Charlie Chaplin Sinematografisinden Seçmeler



Not: Videolar trailer ya da filmden alınan klipler değildir, ilgili filmin tamamını içerir.
Making A Living (1914), oyuncunun beyaz perdeye merhaba dediği film olması açısından önem taşır. Chaplin bu filmde Şarlo karakterinden uzaktır. Rakibinden önce davranıp esas kızı kapan bir düzenbazı canlandırır. Film taşıdığı komedi unsurlarını mükemmel bir şekilde seyirciye atarmış ve oyuncunun ilk basamağı rahatlıkla çıkmasını sağlamıştır.
























Kid Auto Races In Venice (1914); Chaplin ilk kez bu filmde karşımıza bol pantolonu, melon şapkası, eski ama iş görür iç yeleği ve kocaman ayakkabılarıyla karşımıza çıkar ve onu hep hatırlayacağımız Şarlo karakterinin temellerini atar. Filmde, çocuklar içi düzenlenen bir oto yarışında ışığa koşan kelebek misali kameranın büyüsüne kapılıp sürekli orada çekim yapan ekibin kadrajına girerek işlerine engel olan bir adamı canlandırır. Kendine hâkim olamayıp kameraya her merhaba demeye çalıştığında kovalanan Chaplin seyirciyi yeni tiplemesiyle komedinin doruklarına çıkarır.
























The Fireman (1916); İşte karşınızda sakar itfaiyeci Şarlo. Hem de en itilip kakılanından. Filmde oyuncu tüm bu güzel özelliklerine rağmen itfaiye binasında karşılaştığı kızın gönlünü kazanmak için elinden geleni ardına koymayan bir çapkını canlandırır. Öyle ki kızın evinde çıkan yangına malzemelerini unutarak gittiğinde yapabileceği tek şey kalmıştır binayı bırakıp kızı kurtarmak. Yine de kızı kapmayı başarır esas oğlan.

























The Immigrant (1917); Chaplin 1916- 1917 yılları arasında Mutual Film Corporation’la ileride onun en tanınmış komedi filmleri olma unvanını taşıyacak bir dizi film çekmişti. Bu film onların 11.’sidir. Oyuncu daha sonra yapacağı bir konuşmada bu film şirketiyle geçirdiği zamanın onun kariyerinin en mutlu yılları olduğunu da itiraf edecektir.
Film Avrupa’dan ABD’ye gemiyle yolculuk eden bir göçmenin maceraları üzerine kurulmuş, usta bu filminde komedinin arasına yer yer insanlık hallerini de katarak toplumsal eleştirilerine de yer vermeyi ihmal etmemiştir. 1993 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.


A Dog’s Life (1918); Film de sevimli köpeğiyle sokaklarda yaşayan ve karnını çalarak doyurmak zorunda olan bir evsizi canlandırır. Bu film aynı zamanda polis tekmeleyerek düzene olan kızgınlığını komedi dilinde haykırdığı, soysa-ekonomik dengesizliğe de değinmekten çekinmediği filmlerinden olma özelliğini taşır.
























The Kid (1921); Chaplin’in en çok bilinen orta metrajlı filmlerinden biridir. Filmde sokakta bulduğu bir çocuğu sahiplenmek zorunda kalan bir evsizi canlandırır. Chaplin tek suçu anne olmak olan bir kadının sokaklara terk ettiği bebeği büyütmeye çalışır. Ufaklık seçtikleri mahallede ki camları kırarken Şarlo da o camları değiştirmektedir. Karınlarını bu ufak düzenbazlıklarla doyuran ikilinin düzeni bir doktorun yetimhaneye bu durumu bildirmesiyle bozulur. Chaplin bu filmde de düzene ve dengesizliğe kendi dilinde eleştiriler getirmeyi başarmıştır.
























The Gold Rush (1925); Altına hücum Chaplin ustanın yönetmenlik, senaristlik, oyunculuk ve yapımcılığını üstlendiği ikinci uzun metrajlı filmidir. Bu filmde yine karşımıza sevimli serserimiz Şarlo olarak çıkar. Yapım o tarihte astronomik sayılabilecek bir maliyetle tamamlanır ve 14 ayda biter.
Chaplin daha sonra 1942’de filmi tekrar elden geçirip, kendi bestelediği müziklerle ve kendi kaydettiği diyaloglarla yeniden görücüye çıkarmıştır. Filme oyuncu birçok maceracının yaptığı gibi Alaska’ya altın aramaya gider. Burada buldukları sadece altın olmayacaktır. Paranın ve hırsın insan zihnini nasıl da canavara çevirdiğine şahit olacaktır. Paranın her şey demek olduğunu düşünen bedenlerin birbirlerini nasıl düşünmeden harcadığına şahit olacaktır. Ve dünyanın en az bulunan mucizesine tutulacaktır. Aşka…
Filmin en can alıcı kısmı diğer arayıcılarla beraber kaybolduğu ve açlıktan ayakkabısını afiyetle yediği sahnedir. Bu sahne ile film tarihine adını kazıyan bu film ustanın her daim güldürerek düşündürdüğü klişesine de sonuna kadar uyar.


























Modern Times (1936); Bu film, Chaplin’in Şarlo karakterini son kez canlandırdığı, yapımcılığını, yönetmenliğini, müziklerini derken her bir dokusunda sonuna kadar emeğini eksik etmediği yapımlarındandır. Bu yapımın bir özelliği ise 10 yıldır sinema da ses kullanılmasına rağmen ustanın bu filminin de bazı ses ve müzik efektleri kullanılsa da sessiz film olmasıdır. Charlie, sessiz filmlerin duyguları daha iyi yansıttığını düşünüyordu. Buna rağmen gelişen teknolojiye yenik düşen oyuncunun rekor bütçe ve zamanla çektiği son sessiz filmidir.
Charlie, filmde Büyük Ekonomik Buhran sırasında makineleşmenin, bozulan ekonomik ve sosyal düzenin insanlığa olan yansımalarını sert bir dille eleştirmiş. Duyguların, saygının ve bazı insani ihtiyaçların nasıl sömürüldüğünü cesur bir dille belirtmiştir. Tabii bu tutumu onun kominizim yanlısı olduğuna dair bir takım dedikoduların yayılmasına ve filmin ABD hâsılatının düşmesinden tutunda bazı ülkelerde de aynı sebepten dolayı yasaklanmasına neden olmuştu. Buna rağmen film Avrupa’da çok büyük bir başarı kazanmıştır. Chaplin’in her daim sosyalist olarak nitelediği düşünce yapısının bu şekilde algılanması da onun adına ayrı bir üzüntü kaynağı olmuştu o sıralar. Film tüm zamanların en iyi yapımları arasında 78. sırdadır.
The Great Dictator (1940); Film Chaplin’in çektiği ilk sesli filmdir. Filmde Nazi Almanya’sının tıpkısının aynısı başka bir diktatörlükte, kararları ve yönetimi ile ülkesinin kırıp geçiren manyak tanımlamasının tam karşılığı olan Adenoid Hynkel, ülkede kendisine ikizi kadar benzeyen azıcık safça bir Yahudi berberin varlığından habersizdir. Fakat toplama kamplarına götürülenler arasında onu gören askerler onu büyük diktatör zannedince ortaya tadından yenmez bir komedi ve karışıklık çıkar.
Chaplin filmde Hitler’i canlandırmakla kalmamış, Nazi Almanya’sını hem de ABD’nin hala barış içerisinde yaşadığı ve henüz savaşa girmediği bir dönemde yerden yere vurmuştur. Film en başarılı hiciv örneklerinden biri olarak gösterilir ve tarihe adını altın harflerle kazır. Oyuncu filmde Nazileri kalpleri ve beyinleri makineden yapılma insanlar olarak tanımlamıştır. Ne yazık ki ruh olmadan bu makine doğru çalışamamaktadır. O dönemde büyük yankılar bulan yapım çok da başarılıdır.





















A King in New York (1957); Kral Shahdov talihsiz bir durum sonucu ülkesinde rejim yıkılınca bana da bir ekmek düşer deyip kendini New York’un renkli hayatına atar. Komedinin tüm unsurlarının başarıyla kullanıldığı filmde 50’lerin ABD’sinin siyasi ortamını ve kültürünü biraz da birikimleri sonucunda fırsat bu fırsat sonuna kadar eleştirir. Oyuncu bu sondan 2. filmi ile en iyi müzik Oscar’ının da sahibi oldu.

Şarlo'nun Muhteşem Dünyası: Charlie Chaplin



Namı değer şarlo beyaz perdenin agu dediği ve insanların bu camda kendi hayatlarına dair kareler bulma döneminin başlarında insanlığa merhaba diyen sevimli, minik adam. Kimileri onu fiziksel olarak Hitler’e benzetse de o insanları en fazla gülmekten öldürmüş olabilirdi. Öteki Sinema iftiharla sunar; Charlie Chaplin…
 
Charlie Chaplin (d. 16 Nisan 1889 – 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazar. Asıl adı Charles Spencer Chaplin olmakla beraber, yarattığı “Şarlo” (Charlot) karakteri ile özdeşleşti ve öyle anıldı.
Londra’nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913′ de gittiği ABD’de sinemaya başlamıştı. 1914′teki ilk filmi Making A Living ‘in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan “Şarlo” tiplemesini yarattı.
Takip eden yıllar içinde aralarında, The Immigrant, The Adventurer(1917) gibi ünlü filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği A Dog’s Life ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı.
Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.
Yarattığı ‘modern palyaço’ Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını topladı. Fakat Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak bir karalama kampanyası başlatılmasına sebep oldu. Kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immıgrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle sözde bir başarıya ulaştı. Böylece Chaplin’in ABD’ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre’ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü’nü almak için yıllar sonra ABD’ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.

Chaplin Londra’nın fakir semtlerinden birinde doğdu. Fakirliğin pençesindeki yaşamı annesi ve babasının ayrılması ve annesinin bunu takip eden psikolojik problemleri ile iyice zorlaştı. Şarlo zorluğu, ayakta kalmayı ve mücadelenin ağızda metalik bir tat bırakan tınısını çocukluğundan itibaren bildi, öğrendi. Yaşamına ve filmlerine her daim kahkahalar eşliğinde de olsa bu sokak manzaralarını eklemeyi bildi. Katmanların varlığını hiçbir zaman yadsımadı ve nereden geldiğini unutmadı. Yaptığı sayısız filmle düzene, yapılanlara, fakirliğe ve adaletsizliğe karşı çıktı. Birçok ilki kendi dilinde sessizce haykırdı. Bu gün, film endüstrisi denen bir dünya varsa, bu Şarlo’nun eseri desek yalan olmaz sanırım. Beyazperde demek birçok bakımdan Charlie Chaplin demektir günün sonunda. İlham verdi, fikir verdi ve seyircilerine her daim mutlu bir yüz hediye etti. Onun sessizliğini hatırlamak istiyorsanız mutlaka filmlerinden birini seyredin. Bugün konuşularak ya da milyar dolarlar harcanıp, dünyaları ayağınıza serme vaadiyle sizi beyaz perdeye bağlamaya çalışarak yapılamayanı onun nasıl da karanlık ve titrek bir perdeyle yaptığına bir kez daha şahit olun. Günün sonunda benim yaptığım gibi, belki sizde bizim aracılığımızla bu küçük dâhiye bir kez daha şapka çıkarırsınız. Gülümseyin her daim.

Kaynak: Melahat Yılmaz,Öteki sinema

Sessiz Sinemanın Efsane Yıldızı Charlie Chaplin



Charlie Chaplin (d. 16 Nisan 1889 - 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazar. Asıl adı Charles Spencer Chaplin olmakla beraber, yarattığı "Şarlo" (Charlot) karakteri ile özdeşleşti ve öyle anıldı.

Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913' te gittiği ABD'de sinemaya başlamıştı. 1914'teki ilk filmi Making A Living 'in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo" tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında The Immigrant (1917), The Adventurer (1917) gibi ünlü filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği A Dog's Life filmi ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı.
Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.
Yarattığı 'modern palyaço' Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını toplamasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak başlatılan karalama kampanyası; kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oskar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.

İlk Yıllar 


Charles Chaplin, 1920 civarı
Charles Chaplin (Şarlo), 16 Nisan 1889' da Londra'nın fakir semtlerinden biri olan East Lane, Walworth' ta doğdu.[1] Charlie'nin henüz o üç yaşına bile gelmeden ayrılan annesi ve babası müzikhollerde ve çeşitli tiyatrolarda çalışan profesyonel sanatçılardı.[2] Sahne adı Lily Harley olan annesi Hannah Harriet Pedlingham Hill (1865-1928) profesyonel olarak sahneye ilk kez 19 yaşında çıkmıştı. Annesi ve -başka babadan doğma- kardeşi Sydney Chaplin ile birlikte Londra'nın fakir semtlerinde çeşitli evlerde büyüyen Chaplin' in yaşamı ruhsal dengesizlikler yaşayan annesinin durumunun kötüye gitmesi ile zorlaştı. Anne Hannah, 1894'teki bir sahne performansı sırasında sesini kaybetmiş ve hemen ardından yaşadığı ekonomik zorlukların da etkisiyle psikolojik sorunları artmıştı. Onun bir rehabilitasyon merkezine yatırılmasının ardından çocukları Charlie ve Sydney, metresiyle birlikte yaşayan babaları Charles Chaplin Sr. 'nin yanına yollandı. Charlie ve Sydney bu dönemde Kennington Road School' a gönderildiler. Charles Chaplin Sr, henüz 37 yaşındayken üstesinden gelemediği alkolizm nedeniyle, oğlu Charlie henüz on iki yaşındayken, hayatını kaybedecekti.[2]
Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan kısa bir süre sonra Hannah' nın hastalığı yeniden nüksedince çocuklar bu sefer genel olarak workhouse olarak adlandırılan ve oldukça kötü koşulları ile bilinen bakımevlerinden birine yollandılar. Londra'nın doğusundaki Lambert adlı bölgede bulunan bu bakımevindeki günler annesi ve kardeşinden ayrı kalan ve yaşı bir hayli küçük olan Charlie için hayli güç geçmişti. Chaplin' in Walworth ve Lambert'te geçirdiği bu yoksulluk günleri onda derin izler bırakacak ve ileriki yıllarda filmlerinde seçtiği mekân ve konularda sık sık kendini gösterecekti.
Sydney ve Charlie daha sonra aileden gelme yetenek ve alışkanlığın da etkisiyle tiyatrolarda ve müzikhollerde çalışmaya başladılar. Chaplin ciddi anlamdaki ilk sahne tecrübesini The Eight Lancashire Lads adlı grupta çalışırken yaşadı.[3]
Hannah çocukları tarafından ABD'ye getirildikten yedi yıl sonra 1928'de Hollywood'da yaşamını yitirdi. Babaları farklı olan Charlie ve Sydney'in, anneleri Hannah üzerinden 1901 doğumlu Wheeler Dryden adlı bir kardeşleri daha vardı. Dryden, annesinin ruhsal rahatsızlıkları nedeniyle babası tarafından Hannah' dan uzak tutulmuş ve Kanada'da yetiştirilmişti.[4] 1920 ortalarında annesini görmek için ABD'ye giden Dryden, daha sonraları kardeşleri ile film projelerinde çalışmış ve Chaplin'in asistanlığını yapmıştır.[2]

Amerika 


Making a Living (1914), Chaplin'in ilk filminden bir sahne
Sydney Chaplin'in 1906'da dönemin ünlü Fred Karno kumpanyasına katılmasının ardından Chaplin de, 1908'de onu izleyerek bu topluluğa katılmayı başardı.[5] Chaplin gezici Karno kumpanyası ile 1910 - 1912 arasında ABD'ye turneye çıktı. İngiltere'ye dönüşünden sadece beş ay sonra yine Karno ile birlikte 2 Ekim 1912'de yeniden ABD'ye gitti. Bu seferki turda, daha sonra Laurel ve Hardy ikilisinden Stan Laurel'i canlandıracak olan Arthur Stanley Jefferson ile birlikte çalıştı ve aynı odayı paylaştı. Bir süre sonra Stan Laurel İngiltere'ye dönerken, Chaplin ABD'de kaldı ve Karno ile turneye devam etti. 1913'teki bir gösteri sırasında Mack Sennett' ın dikkatini çekince onun sahibi olduğu Keystone Stüdyoları ile bir anlaşma yaparak onun ekibine katıldı. Böylece 2 Şubat 1914' te Henry Lehrman yönetmenliğinde sessiz bir film olan Making a Living adlı tek makaralık filmde rol alarak yeteneğini tam anlamıyla gösterebileceği sinemaya adım atmış oluyordu. Chaplin; iddialı tavırları ve bir İngiliz olmasından kaynaklanan yabancılığı ve bağımsız karakteri nedeniyle başta Mack Sennett tarafından şüpheyle karşılansa da [6] kısa süre içinde yeteneğini kanıtlayıp yerini sağlamlaştırdı. Keystone ile birlikte çalıştığı bir yıl boyunca 35 filmde rol alan Chaplin hızla ünlü oldu.[7]

Öncülüğü 

Chaplin 1916'da Mutual film şirketiyle (Mutual Film Corporation) bir seri komedi yapımı için anlaştı. On sekiz aylık süreçte on iki film ürettiği bu dönemde yaptığı filmler, sinemanın en etkili komedi filmleri arasında yerini almıştır. Chaplin daha sonra Mutual ile geçirdiği dönemin kariyerindeki en mutlu dönem olduğunu söylemiştir.

1918'de Mutual ile anlaşmalarının sona ermesi üzerine Chaplin kendi film şirketini kurdu. Kendi şirketiyle çektiği filmlerden bazıları şunlardır: A Dog's Life (1918), Pay Day (1922), Shoulder Arms (1918), The Pilgrim (1923), The Kid (1921), A Woman of Paris (1923), The Gold Rush (1925), ve The Circus (1928). Sesli film döneminden sonra kendisinin en büyük filmi kabul edilen City Lights (Şehir Işıkları) (1931) filmini yaptı.

Politik Düşüncesi 

Chaplin, filmlerinde her zaman sol görüşe sempati duyduğunu hissettirmiştir. Sessiz filmlerinde Büyük Depresyon yer vererek yoksuluğa karşılık Tramp'ın kötü yönetim politikasına gönderme yapmıştır. Modern Times filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına dikkat çekmiştir. Büyük Diktatör filmiyle Nazi Almanyasını çok sert biçimde eleştirmiştir ve o dönem ABD resmi olarak Almanya ile hala barış içinde olması filmin ABD'de Chaplin'e karşı karalama kampanyası başlatılmasına neden olmuştur.

Filmlerinde Kullandığı Teknikler 

Chaplin, hayallerinin ve yaratıcılığının sezgisel boyutta düşünüpte oluşturduğu tüm filmlerin sinema dünyasına yeni heyecanlar katmıştır. Hiçbir zaman ekranın tamamen kapanmasına biranda izin vermemeyi geliştirdi. Filmlerinde diyalogları yazılı olarak farklı bir ekrana geçiş yaparak gösteriyordu ancak teknolojik gelişmelerden yararlanıp bu işin de üstesinden gelmeyi başardı.

Ölümü 

Chaplin'in sağlam duruşu 1960'lardan sonra yavaş yavaş bozulmaya başlamıştı, onunla iletişim kurmak güçleşmeye başlamıştı. 1977'de tekerlekli sandalye ile hayatını devam ettiriyordu. Chaplin 1977'in Noel'inde İsviçre'de uykusunda hayata veda etti. 1 Mart 1978'de naaşı küçük bir isviçreli grup tarafından fidye istenmek üzere kaçırılmaya kalkışıldıysa da hırsızlar amaçlarına ulaşamadan yakalandı. Chaplin'in naaşı 11 hafta sonra Lake Geneva (Geneva Gölü)'ünde 1,8 metre suyun altından çıkartılıp tekrar mezarına defnedildi.


Sessiz Sinemanın Tarihi

Etiketler:

İlk filmler açık havada çekildi.; ne senaryoları vardı ne de yöneticileri. Bunlar belgesel türde röportaj filmleri (Trenin Ciotat İstasyonuna Girişi, Bahçesini sulayan Bahçıvan), belgeseller, günlük hayattan sahneler saptayan filmler (Bebeğin Öğle Yemeği..)ve aktüalite filmleriydi.(Arabaya Binen İtalya Kralı,ve Kraliçesi, Çar II.Nikola’nın Taç Giyme Töreni....)

1895’ten başlayarak Georges Méliés , Lumiére kardeşler tarafından “ticari geleceği olmayan bilimsel bir merak konusu” olarak görülen bu yeni tekniğin önündeki parlak geleceği farketti. 1914’e kadar kadar 400’den fazla (bazıları 700 m uzunluğunda )film çekti. Bunlardan 1902’de çekilen “Ay’a Seyahat”ticari değer taşıyan ilk gösteri filmi olarak kabul edilebilir.Bu gün de kullanılmakta olan sinema tekniklerinin çoğunu George Méliés’e borçluyuz.

Zanaat aşamasını aşan Charles Pathé, 1900’da Vincennes’de bir film şirketi kurdu. Bu firma yalnız çekim ve gösterim malzemesi üretmekle kalmıyor, ham film de üretiyor, filmlerin banyo edilmesi için atölyeler kuruyor, hemen hemen her yanda stüdyolar kuruyor, kendi filmlerinin dağıtımını gerçekleştiriyordu.




Bu gelişmelerin ardından , Léon Gaumont’un ve “Eclair” şirketinin Charles Pathé’yi izleyerek sektöre girmelerine yol açtı.1908’den I. Dünya Savaşı öncesine kadar önce, filme alınan tiyatro eserleri modası yaşandı. Bu filmler edebiyat eserlerinin sinema uyarlamalarıydı ve Fransız tiyatrosunun neredeyse tümü filme çekildi. Böylece yıldız aktörlerin saltanat devri başladı. Bu “burjuva sineması”nın en ünlü sanat filmi , hiç kuşkusuz, Le Bargy ve Calmettes’in Guise Dükünün Katli (1908)adlı filmleridir.

Tiyatro modasının ardından sine-roman modası başladı. Victorien Jasset “birkaç bölümlü” seri filmleri icat etti ve Eclair firması için 1908’de büyük başarı kazanan ilk “polisiye” serisini, Nick Carter’leri, ardından Zigomar serisini ve 19134 ‘te de Protéa’yı çevirdi. Jasset, “hemen her yere çıplak kadınlar koyan”, “akılcı ve nevrozlu” bir yönetmen idi. O dönemlerin bir diğer önemli yönetmeni ise , 1911’de Olduğu gibi Hayat serisini, Fantomalar (1913-1914), Judex (1916/, Vampirler (1915-1916) başta olmak üzere ününe ün katan “seriler” ve sine-romanlar çeviren Louis Feullade’dır. (Sonradan İki Küçük Kız (1920); Yetim Kız (1921) v.b. gibi filmler çevirmiştir.)

Yine de üretime sine-romanlardan çok, güldürü filmleri egemendir. Fransız güldürü okulu dünyada üstünlüğü bu konuda kabul ettirmiştir.

Bu yıllarda sinema hemen hemen her yerde gelişmektedir. Danimarka, İsveç (Sjöström ve Stiller’in yönetmenlikleri sayesinde) ve özellikle yapımcıların doğal dekor ve sinema yöneticiliğinin tüm olanaklarını sonuna dek kullanabildikleri İtalya bunların başında gelir.Birleşik Devletler’de ise Griffith , Ince ve Marc Sennett gibi en iyi yönetmenler , oldukça etkileyici sahneye koyma denemelerine giriştikleri uzun metrajlı filmler çevirmektedirler.



I. Dünya Savaşı Fransız sinemasının gerilemesine yol açarken, bir daha bırakmamak üzere dünya sinemasında birinci yeri olan Amerikan Sinemasına yaradı.Bağımsızlar denilen grup, 1914’ten başlayarak Amerikan film piyasasına hakim oldular ve , iki yüz nüfuslu , küçük bir yerleşim merkezinde, Hollywood’da şirketler kurdular. Griffith , Ince ve Marc Sennett, o dönem sinemasının üç büyük yapımcısının, Aitken, Adam Kessel ve Charles Bauman’ın denetimindeki üç ayrı şirket arasındaki birlik olan, ünlü “Üçgen”î kurdular ve üç şirket üç farklı türü adil biçimde paylaştılar.Bunlar, Aitken’in romanekste uzmanlaşan Triangle Fine Arts’ı, eylem, “vestern” konusunda uzmanlaşan Bauman’ın Triangle Kay Bee’si ve komedide uzmanlaşan Kessel’n Triangle Keystone’uydu ve Mack Sennett yönetiyordu.1915-1917 arasında “Üçgen”, 400 film çevirdi ve Birleşik Devletler ile İngiltere’de 4500’den fazla sinema salonunu denetler duruma geldi. Ama bu hızlı yükselişe rağmen şirket 1917’te Griffth’in Hoşgörüsüzlük filminin uğradığı ticari başarısızlığın ardından dağılacaktı. Muazzam bir servete malolan bu film, zamanında ancak vasat bir başarı kazanabilmişti; bugün ise sessiz sinema sanatının en büyük eserlerinden ve sinemanın başyapıtlarından biri sayılmaktadır.”Üçgen”in yaşamı kısa sürdü ama, yeni boyutlarla (dramatik etkiler, gerilim, sanatsal araştırma, düşünce ) zenginleştirdiği Amerikan sinemasına yaptığı katkı , ona da fevkalade saygın bir yer kazandırdı. Mack Sennett komedinin büyük ustalarını keşfetti: “Şaşı” Ben Turpin, “Şişko” Fatty, “Hiç Gülmeyen Adam” lakabını kazanan ve Denizci, General ve özellikle başyapıtı olan Konukseverliğimiz filmleriyle bugün hala güldüren Buster Keaton, “bakalit gözlüklü” Harold Lloyd, Harry Langton ve herkesin sevgisini kazanan , tüm dünyanın Şarlo diye tanıdığı , yavaş yavaş ünlü Max Linder’in yerini alan büyük komedi ustası Charlie Chaplin.


Chaplin kişiliğini bir dizi önemli ve unutulmaz kısa metrajlı filmde kabul ettirir: Köpek Hayatı, Şarlo Asker, Kırda Aşk, Şarlo Hacı ve hepsinden önemlisi Chaplin’in çevirdiği hem en eğlenceli ve en etkileyici filmlerinden biri olan Yumurcak .




Savaş sırasında Fransız Sineması geriler. Pathe fabrikasını rakip firmaya, Kodak’a satar ve üreticilerin çoğu yabancı film ithal etme zorunluluğuna boyun eğerler.Ancak bu yıllurda çekilen bazı filmleri hatırlatma yarar var: Germaine Dulac’ın 1917’te Stasya Napierskaya’la çevirdiği Acımasız Güzel Kadın, Jeanne Marken’le çevirdiği Gerçek Servet (ya doa Gizemli Geo) ve 1918’tte Louis Delluc’ün nişanlısı Eve Francis’le çevirdiği Dr. Tube’ün Çılgınlığı, Harabe Çiçekleri, Saat Onun Gizemi, Yamaçtaki Deli...

Amerikan Sinemasının yayılması karşısında İtalya’nın üretimi de yavaş yavaş geriledi ve 1916’da uluslararası ticaretteki durgunluğa koşut olarak durakladı. “Büyük gösteri” türünde tarihi filmler yapmakta direten bir iki yönetmenin dışında kalan Nino Martiglio gibi yönetmenler günlük yaşamı dekor olarak kullanan küçük bütçeli filmler çevirdiler(Kayıp Karanlık-1914, Terese Raguin-1915,..)geriye kalanlar ise seyircinin güçlü duygular peşinde koşma ve rüya alemine dalarak günlük yaşamı unutma arzusunu sömüren filmler yaptılar. Bunlar vampların hüküm sürdüğü, kadınlara adanmış, diva filmleriydi.

İsveç Sineması da, yine Amerikan sineması tarafından özümsenmeden önce, yedinci sanatın gelişmesinde bir dönüm noktası oluşturan ve en çok önemli izler bırakan birkaç baş yapıt ylarattı:Sjöström’ün Berg Ejvind Och Hans Hustru ya da Kanun Kaçağı ve Karısı (1917) ve Hayalet Araba (1920) filmleriyle Stiller’in Arne’nin Hazinesi (1919), Gösta Berling Efsanesi (1923) gibi...Savaşın başlarında Danimarka sineması olağanüstü bir altın çağ yaşamıştır.

Savaşın başlangıcında Rusya’da yurtseverlik temalarını işleyen çok sayıda önemli film yapılmıştı. Ancak askeri gelişme hızla bir felakete dönüşünce sinemacılar farklı türlere yöneldiler. Kimileri polisiye ya da düpedüz pornografi türünde kaçış filmleri çevirdiler.1916’da çoğu uzun metrajlı 500’den fazla film çevrildi. Bu dönemde Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin gibi büyük Rus yazarlarının eserlerinden esinlenen filmler de yapılmıştır.
BU YAZI AZİZ ÇALIŞLAR'IN "ANSİKLOPEDİK KÜLTÜR SÖZLÜĞÜ"NE ATFEN MİLLİYET SANAT ANSİKLOPEDİSİNDEN ALINMIŞTIR.

Sessiz Sinema Dönemi 2

Etiketler:



Sessiz film, üzerine senkronize olarak kaydedilmiş diyalogları olmayan filmdir. Sessiz film teknolojisi 1860 civarında icat edilmiş, fakat film makaralarının kolaylıkla imal edildiği 1880 - 1900 yıllarına kadar fazla kullanılmayan, sıradışı bir yenilik olarak kalmıştır.
Hareketli resimleri kaydedilmiş sesle birleştirmek fikri nerdeyse sinemanın tarihi kadar eskidir; ancak teknik zorluklardan dolayı 1920’lerin sonlarına kadar filmlerin çoğu sessiz film olarak çekilmiştir. Bununla birlikte, sessiz film mesajını görüntüler aracılığıyla aktardığından sesli filme göre daha evrensel bir dile sahiptir. Sinemada sessiz film dönemi bazen Gümüş Ekran Dönemi olarak da tanımlanır..

Sinemaya ses gelmeden önceki dönem, sinema tarihçileri ve akademisyenler arasında sessiz dönem olarak bilinir. Film sanatı, sesli filmler sessiz filmin yerini almadan önce tam anlamıyla olgunluğa ulaşmıştı. Birçok sinema tutkunu, sinemaya sesin gelişinden itibaren birkaç yıl boyunca sinemada estetik kalitenin azaldığına inanır. Özellikle 1920’lerde çekilmiş olan sessiz filmlerin görüntü kalitesi son derece yüksekti; fakat daha sonra televizyonda yayımlanan sessiz filmler, orijinal filmin zaten hasar görmüş kötü kopyaları; hatta bu kopyalardan üretilen üçüncü kuşak kopyalar oldukları için ve televizyonda genellikle yanlış hızla ve filmle alâkasız müziklerle oynatıldıklarından, çoğu insan tarafından yanlış şekilde ilkel ve modern standartlara göre pek de izlenebilir nitelikte olmayan filmler olarak bilinirler.

Sessiz filmler diyalog için senkronize edilmiş sese sahip olmadıklarından; hikâye konuları, mevcut anahtar diyaloglar ve hatta bazen sinema seyircisi için filmdeki bir hareket üzerine yapılan yorumlar ekranda arabaşlıklar kullanılarak aktarılırdı. Başlık yazarı sessiz sinemanın önemli bir çalışanı haline gelmişti ve bu kişiler genellikle senaryo yazarından farklı kişiler oluyordu. Filmdeki aksiyon üzerine yorum yapan ya da filmin atmosferini güçlendiren resimler veya soyut dekorasyonlar sergilemek yoluyla arabaşlıkların (ya da o dönemin deyişiyle başlıkların) kendileri de filmin grafik unsurları haline gelmişti.

Canlı müzik ve ses 

Lumiere Kardeşler’in 28 Aralık 1895 tarihinde Paris’te yapılan ilk halka açık film gösteriminden başlayarak, sessiz filmler canlı müzik eşliğinde gösterilmekteydi. (Cook, 1990). En başından itibaren, müziğin film atmosferini yaratmaya katkıda bulunduğu ve seyircilere önemli duygusal ipuçları verdiği kabul edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı, bazen film setinde çekim esnasında da canlı müzik kullanılırdı. Genellikle, küçük kasabalarda ve birbirine komşu sinema salonlarında bu amaçla bir piyanist bulunurdu. Şehirlerdeki büyük sinema salonları ise bir orgçu ya da bütün bir orkestrayı bünyesinde barındırma eğilimindeydi. Ünlü "Mighty Wurlitzer" gibi kitlesel büyüklükteki sinema salonları, birtakım ses efektleriyle birlikte orkestral sesleri yapay olarak sağlayabiliyordu.
Sessiz dönemin ilk yıllarında bu sessiz filmler için çalınan partisyonların çoğu doğaçlamaydı. Ancak, uzun metrajlı filmler basmakalıplaşmaya başlayınca; müzik piyanist, orgçu, orkestra şefi ya da bizzat film stüdyosu tarafından Filmde çalmalık müzik (Photoplay music)'lerden derlenmeye başladı. D.W. Griffith'in sinemaya büyük yenilik getiren epik filmi Bir Milletin Doğuşu (ABD, 1915) için Joseph Carl Breil tarafından bestelenen büyük ölçüde özgün film müziğinden başlayarak; gösterimin yapılacağı sinema salonlarına, özgün ve film için özel olarak bestelenmiş partisyonlarla gitmek sessiz filmler için yaygın bir uygulama haline geldi (Eyman, 1997).
Sessiz filmin altın döneminde, ABD’de müzisyenlerin istihdam edildiği en büyük alan sinemalardı ve Büyük Bunalım’ın başlangıcıyla aynı tarihe rastlayan sesli filmlerin ortaya çıkışı yıkıcı etkiler yarattı.
Başka ülkelerdeki film endüstrileri sessiz filmlere ses eklemenin başka yollarını buldular. Brezilya Sineması’nın erken döneminde bu amaçla fitas cantatas -sinema perdesinin arkasındaki şarkıcıların (görüntüdeki dudak hareketleriyle senkronize şekilde) seslendirdiği filme çekilmiş operetler kullanılıyordu (Parkinson, 1995, p. 69). Japon Sineması’nda ise, filmler sadece canlı müziğe sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir benshiyi -canlı olarak filme yorumlar getiren ve karakterleri seslendiren bir anlatıcıyı da bünyesinde barındırıyordu. Çoğu Amerika’dan gelen yabancı filmlerin tercümesini de yapan Benshi Japon film formunun temel unsuru haline gelmişti (Standish, 2005). Sessiz filmlerin 1930’ların Japonyası’nda köklü biçimde yer etmesinin nedenlerinden birisi de Benshi'lere olan rağbetti.
Carl Davis gibi besteciler sessiz klasikler için yeni orkestral partisyonlar yazma alanında uzmanlaştılar. Günümüzde de Ben Model, Neil Brand, Phillip C. Carli, Jon Mirsalis, Dennis James ve Donald Sosin gibi birçok sessiz film müzisyeni piyano ya da org ile canlı müzik besteleri yapmakta ve icra etmektedir.

Oyunculuk teknikleri 

Sessiz dönemin en akılda kalan karelerinden biri: Lon Chaney, Operadaki Hayalet filminde Erik (Hayalet) rolünde
 
Sessiz filmin doğası, beden dili ve mimikler üzerine önemli ölçüde vurgu yapmayı gerektiriyordu. Böylelikle seyircinin, filmdeki aktörün ne hissettiğini, nasıl bir karakter yaratmaya çalıştığını anlaması kolaylaşacaktı. Modern zamanların seyircisi, birçok sessiz filmde ortak olan jestleri basite indirgeyici ya da kadınsı bularak bunlardan irkilme eğilimindedir. Bu nedenle, modern zamanda sessiz komediler dramalardan daha popülerdir; çünkü komedilerde abartılı oyunculuk kabul gören bir durumdur. Bununla birlikte, yönetmenlerine ve oyuncularının yeteneklerine bağlı olarak, bazı sessiz filmlerde son derece incelikli oyunculuklara da rastlamak mümkündür. Sessiz filmlerdeki abartılı oyunculuk bazen aktörlerin tiyatro deneyimlerini sinemaya aktarmasından kaynaklanıyordu ve tiyatrodan farklı olarak sinemanın getirdiği yakınlığı anlamış olan yönetmenler oyuncularını bundan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Sunset Boulevard filmindeki Norma Desmond sessiz filmlerinden birini izlerken bunu şöyle ifade etmiştir: "Bizim sese ihticayımız yoktu, çünkü bizim yüzümüz vardı."

Gösterim (projeksiyon) hızı

1925’lere kadar, çoğu sessiz film sesli filmlerden daha yavaş hızlarda (daha yavaş "kare hızlarında") çekilmiştir. Tipik olarak sessiz filmlerin çekim hızı saniyede 24 kare yerine, filmin yılına ve film stüdyosuna bağlı olarak saniyede 16 ila 23 kare arasında farklılık göstermektedir. Bu filmler orijinal kare hızlarında gösterilmezlerse, filmdeki hareketler doğal olmayan biçimde hızlı ve kesik kesik görünür. Bunun yanında, bazı sahneler hareketi hızlandırmak için çekim esnasında kasıtlı olarak hızlı çekimde filme alınmıştır. Bu uygulama özellikle fars türündeki komedi filmlerinde yaygındır. Aslında sessiz filmlerin çekim esnasında planlanan kare hızları belirsiz de olabilmektedir. Çünkü o zamanın teknolojisinde kameranın yan tarafındaki kol çevrilerek çekim yapılıyordu ve kameramanın bu kolu sürekli olarak aynı hızla çevirmesi mümkün olmayabiliyor, dolayısıyla aynı film içinde farklı kare hızları söz konusu olabiliyordu. Sessiz filmlerin gösteriminde seçilecek film hızı, konunun uzmanları ve film tutkunları çevreleri arasında genellikle can sıkıcı bir konu olmaktadır. Özellikle restore edilmiş sessiz filmlerin DVD sürümleri söz konusu olduğunda, bu tartışma iyica kızışmaktadır. 1927 Alman yapımı bir film olan Metropolis’in 2002 restorasyonu sırasında bu tartışmaların en alevlilerin biri yaşanmıştı.
Eskiden beri film gösterimcileri, sessiz filmleri çekildikleri hızdan daha yüksek hızlarda gösterme eğiliminde olmuştur. Çoğu sessiz film saniyede 18 veya daha fazla kare hızında, hatta bazı filmler, (saniyede 24 kare olan) sesli film hızında oynatılmıştır. Çünkü bir film, çoğu zaman "sessiz film hızı" olarak kabul edilen saniyede 16 kare hızıyla çekilmişse bile, nitrat bazlı 35 mm’lik filmlerin böylesine yavaş bir hızda projeksiyonlarında hatırı sayılır ölçüde alev alma riski vardır. Eskiden projeksiyon görevlileri, film dağıtıcılarından belirli film makaralarının ya da belirli sahnelerin hangi hızlarda çekildiğine dair talimat alır, bu bilgiyi canlı müzikle görüntünün senkronunu sağlamak durumunda olan müzik yönetmeninin programına yansıtırdı. Bunun yanı sıra, sinema salonları kârlarını arttırmak üzere günün saatine ya da filmin popülaritesine göre de gösterim hızlarında değişiklik yapabilmekteydi. [1]

Kayıp filmler 

Sesin sinemaya gelişinden önceki yıllarda binlerce sessiz film yapılmıştı, fakat bazı sinema tarihçilerinin hesabına göre bu filmlerin yüzde 80-90’ı kaybolmuştur.
20. yüzyıl’ın ilk yarısında çekilen filmlerde kararsız ve yanıcı özellik gösteren nitrat bazlı film makaraları kullanılmıştı; dolayısıyla bu filmlerin zaman içinde bozulmalarının önüne geçmek için özenle korunmaları gerekmektedir. Fakat çoğu sessiz film sinemalarda gösterildikten sonra artık herhangi bir ticari değer taşımadığı gerekçesiyle ya hiç korunmamış ya da kötü şartlarda saklanmıştır. Geçen on yılların ardından birçoğu eskiyip, toz gibi ufalanmıştır. Bazı filmlerin üzerine yeniden kayıt yapılmış, bazılarıysa stüdyo yangınları ve yer açma operasyonlarında yok edilmiştir. Bunun bir sonucu olarak, sessiz filmlerin korunması sinema tarihçileri arasında yüksek derecede öncelik taşıyan bir konu haline gelmiştir.

Kayboldukları tahmin edilen başlıca sessiz filmler 

Sonraki yıllarda gelen saygı 

Birçok film yapımcısı eserlerinde sessiz dönemin komedilerine saygılarını sunmuşlardır. Jacques Tati Les Vacances de Monsieur Hulot (1953), Mel Brooks Silent Movie (1976) ve İndi film yapımcısı Eric Bruno Borgman The Deserter (2006) filmleriyle bu yapımcılar arasında yer almışlardır. Tayvanlı yönetmen Hou Hsiao-Hsien'nın alkış alan dramı Three Times (2005) filminin üçüncü yarısı, ortalarından itibaren arabaşlıklarla bezeli bir sessiz film olarak çekilmiştir; Stanley Tucci'nin The Impostors filmi de eski sessiz komediler tarzında sessiz bir sahneyle başlamaktadır. 1999 yapımı bir Alman filmi olan Tuvalu’da da bu tarza yer verilmiştir. Guy Maddin’in Sovyet dönemi sessiz filmlerine saygı gösterisi mahiyetindeki The Heart of the World isimli kısa filmi birçok ödül kazanmıştır. Vampirin Gölgesi (2000), Friedrich Wilhelm Murnau'nun klasik sessiz vampir filmi 1922 yapımı Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi’nun büyük ölçüde kurgulanmış halidir. Werner Herzog, aynı filmi Nosferatu: Gecenin Hayaleti (1979) adlı filmiyle onore etmiştir. Bazı filmler sessiz dönem ile sesli film dönemi arasındaki zıtlıklara dikkat çekmiştir. Sunset Bulvarı, sessiz film yıldızı Gloria Swanson’nın canlandırdığı Norma Desmond karakterinde iki dönemin bağlantısızlığını ortaya koymayı amaçlayan bu tarz bir filmdir.

Sesli dönemde sessiz filmler 

Sesli film çekme düşüncesi, 1896’da bu konuda çalışmalar yürüten Edison’dan beri var olsa da, bu teknoloji ancak 1920’lerin ilk yarısında geliştirilebildi. Bunu izleyen birkaç yıl; rakip ses formatları tasarlamak, uygulamak ve pazarlamak üzerine bir yarış halinde geçti. 1927’de çekilen ilk sesli film Jaz Şarkıcısı filminin ticari başarına rağmen, 1927 ve 1928 yıllarında çekilen filmlerin büyük çoğunluğunu yine sessiz filmler oluşturmuştur. Sesli filmler ancak 1929 yılından itibaren hakim duruma geçebilmiştir.
Sesli dönemde, sanatsal nedenlerle sessiz olarak çekilen filmlerin listesi aşağıda verilmiştir:

Onarılan ve yeniden bulunan sessiz filmler 

Aşağıdaki filmler, film arşivlerinde bozulmadan kalabilen ya da özel koleksiyonlarda bulunan filmlerdir:

En pahalı sessiz filmler 

  1. Bir Ulusun Doğuşu (1915) - $10,000,000
  2. The Big Parade (1925) - $6,400,000
  3. Ben-Hur (1925) - $5,500,000
  4. Way Down East (1920) - $5,000,000
  5. The Gold Rush (1925) - $4,250,000
  6. The Four Horsemen of the Apocalypse (film) (1921) - $4,000,000
  7. The Circus (1928) - $3,800,000
  8. The Covered Wagon (1923) - $3,800,000
  9. The Hunchback of Notre Dame (1923) - $3,500,000
  10. The Ten Commandments (1923) - $3,400,000
  11. Orphans of the Storm (1921) - $3,000,000
  12. For Heaven's Sake (1926) - $2,600,000
  13. Seventh Heaven (1926) - $2,400,000
  14. Abie's Irish Rose (1928) - $1,500,000

Kaynaklar 

  • Brownlow, Kevin. Behind the Mask of Innocence. New York: Knopf, 1990. ISBN 0-394-57747-7
  • Bean, Jennifer M., and Diane Negra, eds. A Feminist Reader in Early Cinema (Camera Obscura Book). Durham, NC: Duke University Press, 2002. ISBN 0-8223-2999-9
  • Cook, David A. A History of Narrative Film, 2nd edition. New York: W.W. Norton, 1990. ISBN 0-393-95553-2
  • Eyman, Scott. The Speed of Sound: Hollywood and the Talkie Revolution, 1926-1930. New York: Simon & Schuster, 1997. ISBN 0-684-81162-6
  • Parkinson, David. History of Film. New York: Thames and Hudson, 1995. ISBN 0-500-20277-X
  • Standish, Isolde. A New History of Japanese Cinema: A Century of Narrative Film. New York: Continuum, 2005. ISBN 0-8264-1709-4
  • Koszarski, Richard. History of The American Cinema - An Evening's Entertainment: the Age of the Silent Feature Picture, 1915-1928. New York: Charles Scriber's Sons, 1990. ISBN 0-684-18415-X
  • vikipedi