Öğr.Gör. Memduh Yağmur (Fırat Ünv. İletişim Fak.)
Muhammed Özkılınç (Kanal 3 Metin Yazarı) Sinemanın Doğuşu ve Lumiere Kardeşler
Amerika’da ve başka ülkelerde sinema üzerine
araştırmalar ilerlerken, Fransa bu alanda öncü olarak ortaya çıkmaya
hazırlanıyordu. XIX. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca yoğunlaşan
çalışmaların meydana getirdiği birikimi iyi kullanan Louis ve Auguste
Lumiere kardeşler, “cinematographe” (sinematograf) adını verdikleri ilk
sinema makinesini tamamladılar ve 13 Şubat 1895’te Fransa için patentini
aldılar.
Babaları Antoine Lumiere resim öğretmenliği yaptıktan
sonra, Lyon’da fotoğrafçılığa başlamış, çok geçmeden fotoğraf malzemesi
üreterek, kısa sürede işini büyütmüştü. İki oğlu ve birkaç işçiyle
birlikte çalıştığı fabrikası günde dört bin metre fotoğraf kağıdı
üretebilecek duruma gelmişti. Ne var ki, baba Antoine’ın çocukları
üretimle yetinmiyor, fotoğraf uygulamalarının bilimsel yönüne de ilgi
duyuyor, hareketin fotoğrafını çekerek bir perdeye yansıtmanın düşünü
kuruyorlardı. Baba Lumiere Paris’e yaptığı bir iş gezisi sırasında, bir
kinetoskop alarak Lyon’a getirir. 6000 franka satın aldığı kinetoskop,
Amerikalı Edison’un ürettiği tek kişilik bir sinemadır. Büyük bir
kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35 mm’lik kısa filmleri,
seyirci kutunun üstündeki mercekli bir bakaçtan izler. Louis Lumier
kinetoskoptaki görüntüyü, yüzlerce kez büyüterek bir perdeye
yansıtabilmenin yolunu arar. Auguste Lumiere anılarında şöyle der:
Louis ve Auguste Lumiere
“Edison’ın kinetoskopu, bizi kalabalık bir salondaki
seyircilere, hareket eden insanları, nesneleri bir perde üzerinde,
gerçeğe uygun bir biçimde gösterebilme düşüncesine yöneltti. 1894 yılı
sonuna doğru bir sabah kardeşimin odasına gittiğimde, bana
rahatsızlandığı için gece uyuyamadığını ve düşündüklerimizi
gerçekleştirebilecek bir düzenek tasarladığını söyledi. Görüntü içeren
film, kenarlarına açılacak deliklere sırayla girecek tırnaklar
aracılığıyla, dikiş makinesindeki yönteme benzer bir biçimde yukarıdan
aşağıya doğru hareket ettirilecekti. Kardeşim bir gecede sinematografı
bulmuştu.” 1
Fotoğraf malzemeleriyle ilgili uluslar arası bir
teşebbüsün sahibi olan Antoine Lumiere, çalışma müdürü Carpentier’e
Edison’un kinetoscopunu söktürdü. Bu durumda Lumiere süresi dolan
patenti kaptı ve oğulları Auguste ve Louis’in adına da ‘Cinématographe
Lumiere’ olarak bir patent aldı. Bu ilk sinematograf, hem alıcı hem de
gösterici işlevi görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da
sinematografın içinde gerçekleşiyordu. En önemlisi, görüntüleri gerçeğe
en yakın bir biçimde perdeye yansıtabilmek için gerekli hız bulunmuştu.
Lumiere Kardeşler’in ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 film
görüntüsü geçiyordu. Oysa Edison dakikada 48 görüntülük bir hız
uygulamıştı. Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü,
daha sonra saniyede 18 görüntü kullanacaktı. Sesli sinemaya
geçildiğinde, sesin de film üzerine işlenebilmesi için bu sayı saniyede
24 görüntüye yükseltilecekti.2
Hem kamera, hem de baskı makinesi olarak kullanılabilen
bu aygıtta, film şeridinin hareketini “tırnak itişli’ bir mekanizma
sağlıyordu. Çok da hafif olun bu aygıtın adı Cinematograph’ dı. Elle
kurulabildiğinden ver hafifliğinden ötürü her yere taşınabilen
Cinematograph‘da merceğin arkasından saniyede 16 kare akıyordu: 16 kare
bir yandan filmden tasarruf sağlıyor, bir yandan da projeksiyon.
sırasında daha az gürültü çıkarıyordu. Edison, aygıtlarının elektrikle
çalışmasında ısrar ederek bu alandaki üstünlüğü elinden kaçırmıştı.
Louis Lumiere, titiz, ayrıntıların mükemmeliyetine düşkün bir insan
olduğundan, gelişkin bir mühendislik ürünü olan kamerası 50 yıl sonra
bile gayet iyi çalışıyordu.3
Lumiere’lerin fabrikası
Lumiere Kardeşler ilk kez 13 Şubat 1895’te sinematograf
için buluş belgesi aldıktan sonra, 22 Mart 1895’te Paris’te Rue de
Rennes’deki Socite d’Encouragement Pour l’Industrie Nationale’de (Ulusal
Sanayi Destekleme Derneği) ilk kez sinematograf oynattılar ve Lyon’da
ki Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı adlı bir dakikadan biraz daha
uzun süren filmi gösterdiler. Bu gösteriyi Nisan ayında Sorbonne’da, 12
Haziran’da Lyon’da Fotoğrafçılık Kongresinde, 10 Kasımda Brüksel’de
Fotoğrafçılar Birliğinde, 16 Kasımda yine Sorbonne’da yapılan gösteriler
izledi, 28 Aralık 1895’te ise halka açık ilk gösteri gerçekleştirildi.
Baba Lumier bu gösteri için aralarında Robert Houdin Tiyatrosu’nun
üstündeki bir fotoğraf stüdyosunun da bulunduğu çeşitli yerleri
incelemiş, gösteriyi Grand Cafe alt katındaki, bir ara bilardo salonu
olarak kullanılmış olan Salon des İndiens’de karar kılmıştı. Lumiere
Kardeşler ilk gösteride on film oynattılar. Gösteri yaklaşık yarım saat
sürdü. Program şöyle tanıtılıyordu: “Auguste ve Louis Lumiere icat
ettikleri bu aygıt, belirli bir süre boyunca objektifin önünde gelişen
hareketleri, birbirini izleyen bir dizi fotoğrafla saptar, sonra
bunların görüntülerini bir salondaki perde üzerinde hareketli olarak
gösterir”. İlk gösteride şu filmler yer aldı:
28 Aralık 1895’ teki ilk afiş
ve gösterinin yapıldığı yerin bugunkü hali.
Lyon’daki Lumiere Fabrikası’nın İşçilerin Çıkışı,
Bebeğin Kavgası, Tuileries Havuzu, Bir Trenin Gara Gelişi, Alay,
Nalbant, Kağıt Oyunu, Ayrık Otları, Duvar, Deniz.4
Ücretli bu gösteriyi 35 kişi izledi. İlk programda 3
dakikadan fazla sürmeyen 10 film birden gösterilmişti. Özellikle,
“Arrivee du Train en Gare de La Ciotat” (Trenin La Ciotat Garına Gelişi)
filmi büyük ilgi görmüştü. Bu gösterilerde, üstlerine doğru gelen treni
görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya çalıştıkları
söylenir.5
Ercüment Ekrem Talu (1896–1897 sıralarında), İstanbul
Galatasaray’daki Sponeck Birahanesi’nde yaşadığı benzer bir korkuyu
şöyle dile getiriyor: “Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından
fosur fosur kara dumanlar savrulan bir lokomotif, peşinde takılı
vagonlar duruyor. Rıhtım üzerine telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne
gidiş-geliş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o
kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki... Tren kalktı, elbette ki sessiz
sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor! Zindan gibi salonun
içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircilerin
çiğnemesinden korkanlar, ihtiyaten yerlerini terk ettiler. Hani ya ben
de korkmadım değil; lakin merak gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket
versin ki, tren çabuk geçti gitti!“6
Lumiere Kardeşler ve Sinematograf
Bu ve diğer Lumiere filmleri gibi o zamanı anlatımları,
heyecan verici olayları tarif ederek değil, modern izleyicinin neredeyse
hiç dikkate değer bulmayacağı önemsiz ayrıntılarla izleyicisini
büyülüyordu. İlk film izleyicileri öykü anlatılmasını istemiyordu;
onları büyüleyen şey, canlı ya da cansız nesnelerin hareketlerinin
kaydedilip yeniden üretilmesiydi.7
Sinematografı kimseye satmasalar, bir geleceği
olmadığına inansalar da, Lumiere Kardeşler beklemedikleri bir ilgi gören
gösterilerini sürdürebilmek için, film üretmek gerektiğini anlarlar.
Gerçekten de ilk gün yalnızca 35 kişi birer frank ödeyerek film
izlemişti ama kısa süre de gösteriler kapalı gişe yapılmaya başlamıştı.
Sabah 10’dan gece yarısına dek günde 20 gösteri yapılır olmuştu. Bu ilgi
karşısında, göstericinin çıkardığı sesi bastırmak amacıyla salona bir
de piyano yerleştirilmiş, gösteriler müzik eşliğinde yapılmaya
başlanmıştı. Lumiere Kardeşler, yabancı ülkelerde yapılacak çekimlerin
daha fazla ilgi çekeceğini düşünerek, dünyanın dört bir yanına
operatörler gönderirler. Bu operatörlere, işlerinin sürekli
olmayacağını, 6 ay, en fazla 1 yıl sürebileceğini söylerler. Promio,
Mesguich, Doublier … ellerinde birer sinematograf, çekim yapmak için
yabancı ülkelerin yolunu tutar. Bu arada Promio, 1896 yılı yazında
İstanbul’a gelerek çekimler yapar. Haliç’in Panoraması, Boğaziçi
Kıyılarının Panoraması, Türk Topçusu, Türk Piyadesinin Geçit Töreni adlı
filmler çeker. Böylece değişik ülkelerin görüntü, anıt, gelenek ve
kişilerinden oluşan önemli bir belgelik çıkar ortaya. İzleyenlerin,
ancak okuyarak ya da giderek bilgi edinebilecekleri yöreleri, olayları
beyaz perdede görmelerini sağlayan yepyeni bir iletişim imkanı doğar.
İki yıl içinde, Lumiere’lerin ellerindeki film sayısı 1000’i bulur.
1896 yılında sinematograf ilkin Londra ve Brüksel’de,
ardından Berlin ve Madrid’de, daha sonra da Sırbistan, Rusya, Romanya’da
ve bu arada İstanbul’da seyirciyle buluşur. Lumiere’lerin operatörleri
14 Mayıs 1896’da Rus Çarı II. Nikola’nın Sen Petersburg’da yapılan tahta
çıkış törenini filme alarak önemli bir belgesel gerçekleştirirler.
Tahta çıkış töreninden iki gün sonra yapılan, yeni Çar’ın halkı
selamlaması töreni sırasında bir tribün çöker. Büyük bir kargaşa olur.
Bir kaç bin kişi ezilir, Lumiere Operatörleri bu olayları da çeker ama
polis hemen filmlere el koyar. Böylece sinema, ilk kez sansürle tanışmış
olur ve bu görüntüler halka ulaşamaz. Sinematograf, aynı yılın Nisan
ayında da ilk kez Atlas Okyanusu’nu aşarak ABD’ye ulaşır. Lumiere’lerin
operatörlerinden (Cezayirli) F. Mesguich, 1896 yılının Mayıs ayında New
York’a gider. İlk 6 ayda 21 kişilik kameramancı grubu ülkeyi dolaşarak
cinematagraphı vodvil salonlarında sergileyerek en büyük rakibi
Edison’un kinetographını saf dışı bıraktı.8 29 Haziran
1896’da New York’ta Keith’s Theater adlı müzikholde Amerikan halkı
sinematografla tanışır. Gösterilen her film alkışlarla karşılanır.
Gösterinin sonunda seyirciler “Lumiere Brothers” diye tempo tutar.
Amerika’nın hemen her kentinden çığ gibi istek gelmesi üzerine, yerli
üreticiler telaşlanır. Yeni başkan seçilmiş olan William Mc Kinley’nin
“Amerika Amerikalılarındır” ilkesini benimseyen içe dönük politikasının
da etkisiyle, Lumiere operatörleri çok geçmeden ABD’de beklemedikleri
engellemelerle karşılaşır. Sokakta çocukların kartopu oynamasını
çekmekte olan Mesguich, izinsiz çekim yaptığı gerekçesiyle tutuklanır.
ABD’ye yasadışı yollardan sokulduğu gerekçesiyle, gümrükçüler malzemeye
el koyar. Yerli üreticiler gazetelere verdikleri ilanlarda sinematografi
kötüler, Amerikan yapımı biograph’ın görüntülerinin, sinematograf
görüntüleri gibi titreşmediğini öne sürerler. Üstelik “yerli malı”
olduğunu vurgulayarak, milliyetçi duyguları harekete geçirmek isterler.
Lumiere’lerin New York’taki temsilcisi Lafont, çareyi bir transatlantiğe
atlayıp ülkesine dönmekte bulur. Lumiere’lerin Amerika serüveni böylece
bir yıldan kısa bir süre içinde sona erer.
1900 yılında Paris’te düzenlenen sergide (Exposition
Universelle) sinematografa da yer verildi. Katalog sergiyi, “Verimli
buluşlarla, bilimde sağlanan gelişmelerle evrenin ekonomik düzeninde
devrim yapan bir yüzyılın büyük sonuçlarının, olağanüstü bilançosunun
bir dökümü” olarak tanıtıyordu. Lumiere’ler sergi alanında dev bir
perdede gösteri yaptılar. Gösteriyi ilkin, Eyfel Kulesi’ne asılacak dev
bir perdede, açık hava sineması olarak tasarlamışlardı. Ama rüzgarın
perdeyi yırtma ihtimali karşısında, serginin Galeries des Machines
bölümüne, 21 metre eninde, 18 metre boyunda bir perde kurdular ve bu
perde üzerinde 70 mm eninde filmlerle gösteri yaptılar. Perde, her gün
kaldırılıp suya yatırılıyor, bu işlem, perdenin iki tarafından da
izlenebilen görüntünün daha ışıklı olmasını sağlıyordu. Ücretsiz olarak
yapılan gösteriler altı ay boyunca sürdü ve salon tam 326 kez seyirciyle
doldu.
Paris Sergisi’nin önemli bir yeniliği de “sesli sinema”
oldu. Lumiere ilk gösterilerini yaptıkları Grand Cafe sahibi Clement
Maurice, plak üretimi yapan Henri Lioret’le birlikte Phono-Cinema
Theatre gösterileri yaptı. İzleyiciler dönemin Sarah Bernhardt,
Coquelin, Felicia Mallet gibi ünlü oyuncularını perdede görüyor ve
seslerini duyuyordu. Gösterim görevlisi, göstericinin kolunu çevirerek
görüntüleri perdeye yansıtırken, salondaki gramofondan bir kabloyla
kulağına iletilen seslerle görüntü arasında eşleme sağlamaya
çalışıyordu. Gramofon-Sinema-Tiyatro gösterisi iki üç yıl süreyle
Avrupa’nın birçok ülkesinde de ilgiyle izlendi.
1903 yılına gelindiğinde Lumiere sinematografı yeni
şartlara ayak uyduramamıştı. Çünkü sinema artık, gülünç ya da acıklı bir
öykü anlatan konulu filmlere yönelmiş, dekor ve oyuncu kullanmaya
başlamıştı. Oysa Lumiere’ler ilkin kendi yaşadıkları ortamı, kendi
ailelerinin yaşama biçimini filme almış, daha sonra da dünyanın değişik
yörelerindeki yaşama biçimini, kimi kez de olayları belgelemekle
yetinmişlerdi. Sinemanın seyirlik yönünü görmemişlerdi. Bir Trenin Gara
Gelişi, Lumiere’lerin en başarılı filmlerinden birdir. 50 metre
uzunluğundaki film, bacasından dumanlar tüttürerek gelen bir
lokomotifin, Le Ciotat istasyonunda yavaşlayarak durmasını, tren
durduktan sonra yolcuların vagonlardan inmesini gösterir. Çerçeveleme,
seçilen açı, lokomotifin alıcının solundan geçip, yolcuların alıcının
sağından inmeleri, günümüz yönetmenlerinin bile başka bir şey
ekleyemeyecekleri kusursuzluktadır. Lumiere’lerin bir başka önemli filmi
de L’Arroseur Arros (Kendini Sulayan Sulayıcı) adını taşır. Bir
bahçıvanın bahçe suladığı bir hortuma, bir çocuk ayağıyla basınca su
kesilir. Bahçıvan, ne olduğunu anlamak için arkasını döndüğünde çocuk
ayağını çeker. Hortumdan püsküren su bahçıvanı ıslatır. Böylece sinema
tarihinin ilk gülütü (gag = beklenmeyen gülünç durum) gerçekleşmiş olur.
1895’te çektikleri ve itfaiyecilerin garaj dan çıkışını, yangın yerine
varışını, su sıkışını ve bir insanı kurtarışını gösteren dört ayrı film
peş peşe oynatıldığında dramatik kurgunun ilk örneğini oluşturur. Bu
arada Lumiere operatörleri Venedik’te gondoldan, İstanbul’da kayıktan
yaptıkları çekimlerde, alıcının kaydırma hareketini de bulurlar.
Lumier Kardeşlerinin hatırasına
bastırılan pullar ve para
Louis Lumiere anılarında, filmlerinin “yaşamı yansıtmak”
amacı güttüğünü söyler. Lumiere için sinema yaşamın bir uzantısıdır,
kalemin ya da kılıcın elin uzantısı olması gibi. Bu ne denledir ki,
sinematograf ortaya çıkar çıkmaz, eline bir alıcı geçiren herkes kendi
ailesini, sokaklardaki insanları, istasyona giren trenleri, kağıt
oynayanları “ölümsüzleştirme” yarışına girmiştir. Ne var ki kısa sürede
Lumiere’ lerde, kendi çevrelerinden başka bir yaşamın olduğunu dikkate
alarak, operatörlerini uzak ülkelere göndermişler, buralardan
getirdikleri görüntülerle belgesel sinemanın, kralları, kraliçeleri konu
alan görüntüleriyle de haber filmciliğinin ilk örneklerini
vermişlerdir. Ama sinemanın yeni bir seyirlik olduğunu düşünmemişlerdir.9
Louis Lumiere, 1904 yılında Autochrome geliştirme
sürecinde, renkli fotoğraf üzerinde araştırmalar yaptı. Autochrome o
zaman renkli görüntüler üreten en iyi yolu olarak tanındı ve önümüzdeki
30 yıl için renkli fotoğraf tercihi anlamına gelir oldu. Daha sonraki
yıllarda, Louis 1920 yılında nesneleri ölçme ve 1935 yılında kabartma
sinematografi teknikleri icat için bir fotoğraf yöntem geliştirerek
görsel üretime olan ilgisi devam etti. Auguste Lumiere, tüberküloz,
kanser ve farmakoloji gibi tıp konuları araştıran bir hastanede
radyoloji departmanı müdürü olarak 1914 yılında tıp mesleğine katıldı.
1928 yılında ise Hayat, Hastalık ve Ölüm adlı bir tıp kitabı yayınlandı.
Lumiere kardeşlerin her biri çok sayıda teknolojik ve
bilimsel başarıları için kabul edildi. Auguste Lumiere Onur Lejyonu
üyesi, Louis Lumiere ise Fransız Bilimler Akademisi’ne seçildi. Louis
Lumiere 83 yaşındayken, 6 Haziran 1948 tarihinde Fransa’da öldü. Ağabeyi
ise 91 yaşına kadar yaşamış ve 10 Nisan 1954 tarihinde Lyon’da
ölmüştür. Lumiere kardeşler fotoğraf ve sinemada teknolojik yaratıcılık
ve büyüme çağında sembolleri olarak kabul edilmektedir.10
Lumiere’lerin filmlerinin çoğu günümüze kadar gelmiştir.
İlk filmleri izlemek, dönemi ve o zamanki hayatını da bizlere
göstermektedir. Sinema tarihi derslerimizde bu filmleri izlerken o
dönemleri yaşıyor ve sinema tarihininin ilk zamanlarını adeta yeniden
yaşıyoruz.
Kaynaklar:
Dipnotlar
|